-
MOR DUDAK
Soluksuz kafeslerle örülmüş sinem, ahengini bozmuş,
Acının ayıbını duyuramam ama
Çölün ortasında ki yalnız ayın
Olgunlaşmaya çalışan tozun üzüntüsünü bilirim
Sıra sıra kum tepeleri birer dost mezarı
Her esintide biraz daha eksiliyorlar
Oysa gündüzlerimi çaldılar
Süngülediler gözlerimi, beyazın vurmasıyla
Dişlerim, kırmızı elmalara keserlerle çivilendi
Yılanın aklına uyarak
Kadim bir kitabı koyup önüme oku dediler
Okuyunca,
Sesim bir atın kişnemesi, dişlerim gıcırdayan tahta bir kapıydı
Sonra aşkın gölgesiyle yetişen ağacın dibinde
diz çöktüm
Dilimin her tüyü neferler gibi tek bir ağızdan adını haykırdı
Haykırmanın yankısı kente ulaştırdı beni
Şehri saran sisin yüzünde ayak izlerini sürdüm
Her solukta usulca seni yokladım
Üşüyen sokak çocuklarına sımsıcak buğulu ismini soruyorum
ama her soruda;
Otuzunda bir göz kanıyor
Kanadını kırıyor kuşlar uçmamak için
Pasa bulanmış bıçak parıldıyor ayın altında
Cevapsız kalıyorum
Tozunu yutmuşsan izlerinin
Dilini avucuna tükürmüşsen
Ayaklarını alıp taşımalısın diyorlar
Bak, caddeler gözyaşı ile tuzlanıyor
Kapıda yalın ayak bir kış var
Göğün altından titreyen çocuk incecik derisine sarınmış
Başını göğe diken herkes,
Yalvarırcasına kışın son bulmasını isteyen morarmış birer dudak
Boyun eğerken koca bir alın, her secdede
Her beddua dilimin debisinde köpürürken
Hep yutkundum
Zira susmanın erdem olduğunu öğrettiler bana
Bundandır sessizce akan suyun derinliğine aldanışım
Derin uykudan uyanmanın sersemliğinde yanılmayı buldum.
Uzaklara, bakışımın hudutlarında
Toprak kokusuna bulaştı ellerim
İşte onunla temizleyeceksin ellerini
O sallanıp duran ölümün ince entarisiyle
-
BOZUK PLAK
Bozuk plakların dişlerinde sürtünerek cızırdayan türkülerdeyim.
İçinin yankısını nerende saklıyorsun çocuk
Boğarken bu kadar çok şey seni,
Hangi suni teneffüsler seni hayata döndürüyor.
Işığa açarken gözlerini, üzerine örtülen şefkati hangi dağın altında unuttun.
Bize doğumda armağan edilen acılarımızı sandığımızla gömerken
Suçüstü yakalandık
Alıp götürüyorlar bizi keskin ağzının önüne sürerek bıçağın
Koca koca kapılardan, yüksek divanlara
Şehre inen bir kurt gibi tedirginiz
Anlamadığımız bir dille konuşuyorlar,
Bizi devam eden bir masala
Kötü karakterler olarak ekliyor
Sabi çocuklara anlatıyorlar
Oysa yalın ve çıplak dilimiz yerlerde
Dilimizde ki tuz tadı, susuz geçecek yılları hatırlatıyor
Bütün taşlar başımızı koyacağımız dize dönüşüyor.
Yağmıyor yağmur
Kurak topraklara benzeyen
Tenimizde ki çatlaklar açık birer yara gibi derinleşiyor
Hüznümü kundaklayıp saran kadın
Uyutmak için
Yüzlerce suretle
Uzatıp bacaklarını sallayıp duruyor
Bir yerlerde dalgın bir dalgaya dönüyor herşey
Yağmur ve tuz kokusuna varıyor. Sokaklarda topuk sesi, ıslak saçlar, buhar kusan kırmızı dudaklar
Sesler birer çılgına dönüşüyor
Sakin ve durgun duran tek şey renklerini yanına alıp ölümünü bekleyen pazar çiçekleridir.Sevgilinin gönlünü çalmak için değil
Oysa ölümün mezarını süsleyecek onlar
Sonrasında gülümseyen koca bir dudak oluyor dünya
Dişlerinin arasından salyası akarken
Hançer gibi saplanıyor intikam hırsıyla her sözcük
Dur diyor bir el dur..
Susan bir ses yankılanıyor,
Uzak bir adres soruyorum kendime
Bilmiyor kimse
Durup durakta hiç kimsenin inmediği yerde
Bir dudağın kıyısında gölgemi asacağım diyorum. -
İÇ SES
Biliyorum gelgitler oluyor. Bugün hatta belki bu saate kadar kuru bir ot yığını gibi hissettim kendimi. Varlığımı bulmak yaşadığımı hissetmek için, bir inek veya keçinin gelip, parçamı ağzına alıp geviş getirmesini bekledim saatlerce. Ancak üstüme yıllar öncesine ait ölü bir toprak çöktü. Kumsalda oynayan ve oyun için boğazına kadar kuma gömülen çocuk gibiydim. Susan ve herhangi biri ile konuşma dürtüsünü yitirmiş, uğuldayan bir yüzdüm.
Birçok sebebim olabilir. Üzerine çok düşünme gereğinin, gerekliliğini sorguladım durdukça. Birileri çıkıp parmakla işaret edip bir güruha beni, işte en akıllımız budur dedi. Hayır, en deliniz benim diyemeyen dilime ve cesaretini yitirmiş yüreğime küskün kaldım.
Âlemim ben, onun bir parçasıyım çünkü. Âlemin toz zerresiyim. Yeterli uzaklıktan bakarsa biri, ona teleskop lazım olacak, yoksa milyarlarca karınca arasında nasıl bulacak ki beni? Görev olarak kendime yüklediğim bazı şeylerde ilerleyememenin verdiği yenilgi hissi, beni kocaman paralar gibi kuruşlara bozduruyor. Tembel çocukların elinde kara kalemle çözülemeyen problemler gibiyim.
Ancak ben buyum ve ben, bende ki bu beni seviyorum. Annenin koşulsuz sevmesi gibi, özürlerin, eksikliklerin ve olumsuz olan her şeyinle. Budur insanın olayı; ya koşulsuz sevgi kendine dair, ya da hiçlik. Bu iki şey içsel dünyada mutluluğu arayışta başlangıçtır.
Biliyorum insan kendi derinliğinin içinde boğulmaz zira insan kendi içinde olan kuyuya düşemez. Kuyuyu var eden kuyuya sığmaz. Bu gerçekleri görmeden yanılsamaları nasıl yıkabiliriz. Yıkma düşüncesi bile içimdeki atları, bulmak maksadıyla dörtnala süren süvariyi harekete geçirir.
Bulursam eğer, atın yelesinden esen rüzgârın hatırına onu bir kafese koyar uzun süre taşırım. Yorulduğumda kafesten çıkarır Lut’a gönderilen meleklerdendir, ahir zamanda eksik kalan bir parçayı getirdi bana derim. Onunla bir sırım köz alıp koca bir ormanı yakmaya gidecektik. Yıkımdan bahara, bahardan çiçeğe, çiçekten bir filize varacaktık. Elbette ki eşelediğimiz toprağa yüzlerce değil tek bir tohum bırakacaktık.
Ama üzerime yapışan kirli, dalgın ve dağınık karakteri kemiklerimden sırıyıp alan sıcak rüzgâr. Kulağıma fısıldayıp – vaktiyle bir kadın tanıdım, şeyhinin ona verdiği beyanatını kefenine sarıp götürdü. Koca bir karanlıktan kendisine fener diye eskimiş birkaç sayfa aldı. Ben halen sıska ışığına mahkûm bir özlemle, üzerimde eskimiş bir deri ile o kadını beklerim- dedi. Beklemek dedim sonra dalgın bir şekilde, rüzgarın inleme sesidir.
-
SÜVARİ
Uğuldayan cümleler
Beyazlığına sıçrarken
Uykusu var kentin
Nöbeti devralmak için bekleyen gölgeler…
Kulağın küpeye asıldığı yerden, ıslak diliyle fısıltılarla konuşuyor benimle
Herkesle herkessen, kendinle kimsin?
Kaç defa içindeki derinliğe gömdün kendini?
Musallaya uzandım ve topraksız
Milyon defa sen, yan yana yığınlarca
Ağaçların yığınlarca yan yana gelmesine orman mı denir?
Birden çok kurda veya koyuna sürü,
Sırt sırta vermiş düzensiz yapılara kent,
Tel tel dökülürken saçların suretime
Alnının altında gizlenen akın üzerine damlatılan geceye hangi dudak göz diyebilir.
Eyersiz, nalsız, çıplak süvari
Borçlanarak yılana sessizliğini
Gece yol aldı, sonsuz suretlerin beyaz entarisinin altında.
-
ŞAFAĞINDA
Şafağında, ömrümün jilet gibi kenarlarına dokunuyorum.
Manayla dolu olan varlık kendini nasıl sığdırabiliyor minyatür dünyaya.
Kuzunun varlığı kurda armağan mıdır?
Baharın güzelliği sürüye bağış mı?
Söylüyorum size, kenti solumak ve solunmak kent tarafından
Kimin kimedir manası
Söz söylenince usulca
Yaylanan bir sandal,
Yalanan tuz taşından başka tüketilmek için ise ömür,
Zaman akmak için ise bir sele tutunmanın anlamı nedir?
-
ÇANLAR
Gökte serseri dolaşan bulutun gergin ipini ateş diye elime tutuşturdular.
Sana geceyi vaat ediyorum diyen o gölge,
Uzun, geniş kıl çadırda gözlerime karayı çekti.
Hayat, beşiğinde baykuşun kursağıyla bilge ruhuma üfleyip de durdu.
Simyasını, ilahi şeytanlığını taşıyan,
Sağır ve dilsiz bir kavmin bedevisi,
Çölün kayıp kervanını arayan o değilim dedim.
Dilimin kementti dizlerimin bağı ve gözlerim feridir teslim olan
İhanet eden uzuvlarımdır oysa
Simsiyah saçlarıyla sûr’a üfleyen o kadın
Ondan bana yanan yaprağın iskeletinden başka bir şey kalmadı
Çöl rüzgârlarıyla savrulup, dervişin sakalına tutundum
Tutunacak bir dal, sığınacak bir in kalmadı bana
İskeletimden sarkan çanlar ve nazar boncuklarından başka
-
DÜĞME
İpini geçir dedim iğnene!
Sıradan dudaklarımı ve alnımda ki yarayı dikmen için değil,
Terzinin ve cerrahın ritmik işleyen usta elleriyle de değil
Öfkeni taşıyan titrek ellerinle yamalarıma rengârenk düğmeler iliştir.
Yamalarını saklayan utangaç bir çocuğum oysaki
Ama madalya gibi gururla taşıyacağım onları.
İlikleri olmayan düğmelerim var benim.
İlikleri olmayan düğmelerim var benim ey ahali!
En usta ve en acemi ellerle dikilen
Otuzu aşkın yıl önce,
Kadim yıldızın habercisi olduğu sene gözlerini açtı.
Ben onu şu kadar yıl bekledim, şu kadar yılda her bir yara için diksin diye,
Biriktirdim kopan düğmelerimi.
Şu kadar yıl dediğin koca bir evren yılı.
Parmaklarımla da sayamadım her seferinde
Şu kadar yılın sonsuz olduğu küçük yaşamımda.
Beni Musa’nın ardından sürükleyip denizin kıyısında yalnız bıraktın
Kala kaldık güneşin altında ben ve tapınılan öküz
-
SUSACAK
Yazılmamış sürüce hikâye,
Bugün herhangi bir ayın ömrünü tamamlamasına saatler var.
Özeti, kendisi hiç dersem olmayan mutlulukların inkârıdır ifadem.
Sonsuz güzellemeler yazamam ama 30 yılı aşkın öncesine de gidemem.
Doğum sancısına, annenin acısına, babanın heyecanına…
Bana getirdiği acının hafif ve taşıyabileceğim sanrısı ne büyük aldatmaca.
Bir sırtlan gibi geçirdim avuçlarıma dişlerimi.
Ellerimi titreten şey mum ışığının rüzgârı, doğunun baharatları veya bağımlılıklarım değil.
Küçük omuzlarım var benim. Atlas değilim. Ben atlas değilim değilim dedim.
Sesimi yitirmedim
Cesaretim koca kaya gibi oturdu kafesime…
Yine dedim atlas değilim. Sadece utananım.
Kocaman çelişkiler gölediyim.
Söyle bana, sözlerinin azlığı ve kıymeti, nadir olmasından mıdır?
Durgun okyanussun sen içinde envaı çeşit deniz canlıları.
O kadar durgunsun ki onlar ki seni incitir, seni ürkütür.
Oysa senin ihtiyacın olan Viking yelkenlileri değil.
Lodos dalgaların, güzel kanatlı dalgaların
Önüne alıp her şeyi süpüren deniz canlılarını bile korkutan dalgaların.
Ama ben küçük bir gölet.
Susmam ben.
Söylenecek çok şeyim olmasından değil kelimelerim değersizdir benim.
Sahilde kum misali çıplak topuklara yapışan,
Yüksek kilise duvarlarında yankılanan kuru kaskatıdır söylediklerim.
Ağzından dökülmeyen inciler
Bir avcının acımasız bıçağıyla açılınca, değerli olan her şeyini kaybettiğini sanma sakın.
Öz sensin sen ve sesin.
Kıyıda oturan omuzları küçük bu adam avcı değil.
Alıp götürmeyecek incilerini.
Keşfetmek için değil.
Kıyıda külünü bırakıp efsunlu yıldızların altında sonsuza kadar konuşmak isteyecek biri ya da susacak.
-
ÇÜRÜME
Sesim nasıl da çürüdü, inancımın gölgesinde
Hiç bir şey olamayan çocuktum
Tenime asılı duran tenekeyi çaldıkça çaldım
Boynumdaki izlerini silmek için,
Çiçek açmaz biliyorum
Ama kokuların ustasıdır bedenin
Çapkın arı minvalinde
Yüzümü kayaya gömdüm, buluta küstüm
Yağmur, keskin ağzıyla silip aldı üzerimden, adınla başlayan suçları
Eskiyim biraz
Hayat suyunda çektim hep
Ufalmanın bir yanı Tanrı olmaktır demiş bilge, ama değil!
Tanrı olmak; sağır olmaktır tüm yakarışlara
Sonra dönüp dolaştım Tanrım dedim Tanrım!
Sesim mağarada yankılanan yarasanın kanat sesine dönüştü
Sese uyanıp, çürüme dedim; sesimin yankısıdır, kalbimin ağrısıdır.
-
DAĞ
Öfke, nefret, dua, şiddet, sevgi, aşk ve tanrıyla sarılan benimde, uzun şiddetli ağrılar taşıyorum. Zirvesinde yürüdüğüm bu dağın önemsizliği ayak izlerimden anlaşılmıyor.
Dağ için herhangi bir yük müyüm?
Tabanlarımda hissettiğim keskin kayaların ruhu, dargınlığımın hafızası olduğunu nerden bilecek. Bilmek için bir bilince sahip mi olmalı? Dağ niçin orda? Orda olma kararlılığını gösterebilir mi?
–Tırmandığın için dağ oldu o, dedi ürkek tavşan.
–Aslında hiç yoktu diye fısıldadı.
Kulaklarını ovuşturarak bilgece baktı.
–Gözlerindeki bilgelik dedim.
Etinin tazeliği kalbinin ürkek ürkek çarpmasındandır. Senin sırrını gözlerin açığa çıkardı. Seni ele verdiler, karda bıraktığın ayak izlerin gibi. Küsmeli yummalısın dedim.
Sen dedi kime küstün? Tırmanırken ellerin, dizlerin, gözlerin ve yüreğin sana ihanet etti. Hangisinden vazgeçebildin ki?
Uçsuz bucaksız bir ovaya çöken sis gibi, aramıza uzunca bir sessizlik diz çöktü.
Sonrasında koca kulaklarını zirveye çevirerek teşekkür ederim dedi. Sığınacağım dağı sen armağan ettin.
Bilinci yok, varlık sebebi var dedi. Dağ kurnaz değildir. Dağ yuvadır ona sığınanlara. Bilinç dedi uzun kulak; tehlikelidir. Ardı sıra karmaşa, inkar ve çelişkilerdir. Bilinç dedi; kurdun dişine benzer keskin ve sivri. Delmek için kürk boyun ve deri arar. Bir kez delip geçti mi vardığı ıstırabın tadını aldı mı daha derine inmek isteyecektir. İnince yeterince, bir daha söküp tekrar dalacaktır. Paçavrayı dişleyen dikiş iğnesi gibidir.
Senin içindeki diş….